İnsanın Fani Varoluşundan Kaynaklanan Aşkın Anlam Arayışının Psikanalitik ve Ontolojik İncelemesi

07-04-2023
9 dk okuma süresi

“Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder. İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır." 

John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023

İnsan; ilk yerleşik hayata geçtiği, salt olarak hayatta kalma fonksiyonlarını yerine getirmek zorunda olmadığı—kısaca—düşünmeye ayıracak zamanı olduğundan beri, bu zamanını belki de en çok tek bir temel sorunun cevabını arayarak bulmaya çalıştı: Neden? İnsan neden var, neden yaşıyor, neden ölüyor, neden neden? Bu ‘çok nedenli denklemler’in bilinmeyenlerini çözmeye çalışan insan, kendince birçok anlam mekanizması kurmaya çalıştı. Bazısı buna din, bazısı buna felsefe, bazısı ise ‘varoluş nedeni’ dedi. John Gray’in kediler üzerinden kurduğu ve insanın kendini ve kendini aşan sonsuz anlam arayışını anlamlandırmaya çalıştığu bu sözünden hareketle, ben de ‘bu çok nedenli denklem’leri çözmeyi ve sunduğum çözümü sizlere anlatarak anlamlandırmaya çalışacağım. Bu çözümümde; Platon’un idealizmi, Sartre’nin varoluşçuluğu, Camus’nun absürdizmi başta olmak üzere felsefi düşünürüleri; Maslow ve Lacan gibi psikolog/psikalanistleri ve Harari gibi tarihçileri merkeze koyuyor olacağım.

Argümanlarıma ve felsefi alıntılarıma geçmeden önce, insanın hayatını, varoluşunu ve ötesini anlamlandırma arayışının aslında neden bu kadar önemli, temel bir sorunsal ve paradigma olduğundan bahsederek başlamak isterim. Amerikalı psikolog Maslow, insanı ve varoluşu anlama ve anlamlandırma serüveninde, insanların varoluşunun getirdiği ihtiyaçlarını “ihtiyaçlar hiyerarşisi” teorisi ile açıklar. Maslow’a göre insan, en altta “fizyolojik”, en üstte ise “kendini gerçekleştirme” olmak üzere varoluşundan beri birçok “ihtiyacı” doyurmak, karşılamak üzere dünyaya gelmiştir. Kişi, bir kategorideki ihtiyaçlarını tam anlamıyla doyuramadan bir diğer aşamaya geçemez, kişisel gelişim ve karakter oluşumu serüvenine devam edemez. Bu doğrultuda, yazımın başında da bahsettiğim gibi, kanımca, insanın varoluşu üzerine düşünüp felsefe yapması, yerleşik hayata geçip fizyolojik ihtiyaçlarını doyurup, en sonunda ‘kendini gerçekleştirebilme’ üzerine düşünmeye fırsat bulabilmesi ile sonuçlanacaktır. Bunun tarihsel olarak en temel örneğini, ünlü tarihçi Harari’nin “Sapiens” kitabında da bahsettiği üzere, insanın gelişiminin ve ilk tanrı/din kalıntılarının insanın neolitik devrim sonrası yerleşik hayata geçmesi ile görebiliriz. Bu doğrultuda, Gray’in sözünün anlamsal ve felsefi boyutuna geçmeden önce, tarihsel ve bilimsel doğruluk boyutunda bir analiz yapmış olmanın önemli olduğu kanaatindeyim.

Gray, sözünde, insanların anlam arayışına atıfta bulunmaya başlamadan önce, bir kedi metaforu ile bu arayışın aslında bir kedinin gözünden ne kadar ‘absürt’ olduğunu anlatarak başlar. Bu sözü tam anlamıyla anlayabilmek için, Platon’un idealizmini ele alarak başlamak isterim. Gray’in bu sözünde, hiç şüphesiz ki ‘kedi’, aslında karmaşık düşünme mekanizmalarına sahip olmayan tüm canlı ve cansız varlıkları ifade etmektedir. Gray’in sözü aslında temelde 2 varsayım içermektedir: bunlardan birincisi, insanın varoluşunun bir doğal sonucu olan faniliğin, insana varoluşunu ve varoluşunun ötesindeki büyük bir sistemi anlamlandırmak gibi bir, tabiri caiz ise, ‘doğuştan kodlanmış’ bir mekanizma getirdiğidir. Diğer varsayım ise, bunun sadece insanlara özgü olduğu, insan gibi karmaşık düşünme ve anlam arayışı mekanizmalaraına sahip olmayan canlıların (bu alıntı kapsamında kedilerin) bu mekanizmalara sahip olmamalarından kaynaklanan bir anlam arayışı ihtiyacına sahip olmadığıdır. Bu varsayımlardan birincisinin doğruluğunu, Maslow ile bilimsel ve psikanlitik düzlemde açıkladığıma inararak, Platon’un varlık felsefesindeki idealizmi ile detaylandırmak isterim. Platon’un varlık felsefesindeki idealizmi, her varlığın idealar dünyasında var olan ‘ideal’ halinin, bizim yaşadığımız “yansımalar” dünyasının özünü oluşturur nitelikte olduğu yönündedir. Platon’un insanın doğası konusundaki görüşü, insanın ‘insan ideası’na, hocası Sokrates’in diyalektik metoduna benzer bir şekilde mantık ve diyalog yoluyla erişebileceği ve buna yatkın olduğu yönündedir. Platon’a göre insanın “özü” ve “doğası”nı anlamak için bu yöntem yeterlidir. Fakat, insanın özü ve varoluşunu anlamak için kullanılan bu yöntem, aslında insanın yansımalar dünyasındaki halini değil, daha büyük, evrensel ve ‘ideal’ bir insanı anlamaya yöneliktir. Gray’in sözüne dönecek olursak, aslında Platon’un tasvir ettiği ideal insan, kendini anlamlandırmasını anlamlandırmaya çalışırken hem ‘ideal’ insanın kendini anlamlandırma içgüdüsünün bir gereğini yapmış hem de sonucunda insanı ve varoluşunu anlamaya bir adım bile olsa daha da yaklaşmıştır. Yani, Platon idealizmi açısından baktığımızda kediler, herhangi bir varoluş sorgulamasına girebilecek  ve bunu fark edebilecek düşüncesel gelişime sahip olması senaryosunda bile bunu yapmamakta, bunu yapmıyor olmaktan bir rahatsızlık duymamaktadır. Çünkü, Gray’in varsayımı, Platonik açıdan bakıldığında ‘ideal bir kedi’nin özünde böyle bir güdüsü olmadığı fakat tam tersi açıdan ‘ideal bir insan’ın kendi ideasını anlama ve anlamlandırma  güdüsüne sahip ve yatkın olduğu yönündedir. Bu nedenle insan kendi varlığını aşan bir anlam ararken, böyle bir güdüsü olmayan ‘kedi’, bu arayışı sadece ‘absürt’ bulmaktadır.

Lakin, Sartre, varoluşçu felsefesi ile Platon’un varlık idealizmi ve insanın özü konusuna farklı bir perspektif getirmektedir. Sartre’nin varolşçu felsefesi, “varoluş özden önce gelir” sözü ile özetlenebilir. Fakat bu kısa özet, Gray’in sözünü anlamlandırmak için yeterli değildir. Zira, kanımca, bu söz ve varoluşçu anlayış, ‘özünde’ Gray’in görüşü ile çelişiyor gibi görünse bile aslında üzerine düşünüldükçe, Gray’i haklı çıkarabilecek nitelikte olabilme özelliğine sahiptir. Sartre bu sözü ve varoluşçu felsefesi ile insanın sadece varoluyor olmak ile birlikte gelen bir “öz”e sahip olmadığını anlatmak için sarf etmiştir. Sartre’ye göre insanlar için temel varoluşsal düzlem, sadece varoluyor olmaktır. Bundan sonrasında insanın yapacağı her şey, kendi özünü ‘oluşturma’ niteliği taşımaktadır. Bu nokta, Gray’in sözü ve Platon’un idealizmi ile olan ihtilafın en temel noktasıdır. Gray’in sözü ve Platon’ün idealizmi, insanın varoluşu ve insan ideasının bir sonucu olarak bu varoluşun özünü ve kendi ideasını anlamak ve anlamlandırmak gibi bir güdüye sahip olduğu yönündedir. Gray, bu görüşü biraz daha ileri götürür ve insanın faniliğinin onu kendi özünün ötesinde de bir anlam arayışına ittiğini söyler. Buna rağmen, Gray’in sözünde insanın özünden gelen ‘anlam açlığı’ bâkidir. Fakat, Sartre, bu görüşe karşı çıkarken adeta “var olmayan bir özü anlamak ve bu özün ötesini anlamlandırmaya çalışmak imkansızdır, zira ortada anlaşılıp anlamlandırılacak bir öz, devamında bu özün dayandırılabileceği ‘daha aşkın bir neden yoktur’!” tavrı ile görüşünü ortaya koymaktadır. Bu doğrultuda, Sartre’nin varoluşçu paradigmasından bakıldığında, felsefe ve din gibi mekanizmalar, insanın özünü ve daha aşkın bir nedeni anlamaya değil, olsa olsa insanın özünü oluşturmaya hizmet edebilecek birçok farklı faktörden sadece ikisi olabilir niteliktedir. Fakat, bir noktada, Sartre’nin varoluşçu felsefesinin kendisi ile çelişkiye düştüğü kanaatindeyim. Sartre’nin insanın kendi özünü oluşturuyor olmasının müesses nizama malolmuş anlamı ve yorumu, insanın temelde bir özü olmadığı üzerinden kuruludur. İşte bu noktada, insanın kendi özünü oluşturmak üzerine bir özü olduğununun söylenip söylenemeyeceği, eğer söylenebiliyor ise bu söylemin bir çelişki mi yoksa Sartre’nin argümanlarının doğruluğuna bir kanıt mı olduğunu söylemek konusunda bir ihtilaf içerisindeyim. Zira, eğer Sartre’nin görüşleri bu paradigmadan okunacak olursa, insanın özünün ‘kendini özünü oluşturmak’ oluyor olması, Gray’in sözünü haklı çıkarır nitelikte olma ihtimaline sahiptir. Çünkü; eğer insanın ‘kendi özünü oluşturma’ özü var ise ve bu öz eğer insanı, ‘kendi özünü oluşturma özünü anlama ve bu özün ötesine geçip aşkın bir varoluş nedeni arama’ şeklinde şekillenir ise, Sartre’nin görüşleri ve Gray’in Platonik idealizm temelinde açıklamaya çalıştığım sözü, içinden çıkılamaz ve kendini yanlışlar bir kısır döngüye girme riskine sahiptir. O nedenle, bu noktaya kadar Gray, Sartre ve Platon üzerinden anlatmaya çalıştığım varoluş-öz-anlam ilişkisini Camus’nun absürdizmi ile yeni bir boyuta taşımak isterim.

Camus’nun absürdizmi, bu noktaya kadar görüşlerimi aktarmaya çalıştığım varoluş-öz-anlam ihtilafına kanımca bir noktada iç ferahlatıcı, bir noktada ise ihtilafı daha da alevlendirici bir paradigma sunmaktadır. Temelinde Camus, bahsi geçen ihtilafın kaynağı olan varoluşun kendisini ve ötesini anlamlandırma sorunun ‘absürt’ olduğunu, onu (ve ötesini) anlamlandırma çabasına girilmemesi gerektiğini, zira gerçekten bu varoluşun (ve de dolaylı olarak ötesinin) bir anlamı olmadığını, olsa bile bu anlayış durumuna asla erişilemeyeceğinin insan tarafından kabul edilmesi gerektiğini söylemektedir. Gray’in sözü özelinde Camus’nun absürdizmi, “kedi” metaforu tarafından açıklanmaktadır kanımca. Çünkü kedi, insanın varoluşunun ölümle el ele olmasından kaynaklanan aşkın bir anlam arayışının ‘absürtlüğünü’ savunmakta, kendi varoluşunun bunun gibi anlam arayışları ile dolu olmamasından kaynaklanan çarpık bir rahatlama hissini savunan Camus’yu temsil etmektedir. Fakat, Sartre’nin sözünün aksine hem Camus’nun absürdizmi hem de Gray’in kedi metaforu, insanın varoluşunu anlamlandırma çabası içerisinde olduğunu üstü kapalı ve dolaylı olarak bile olsa kabul etmektedir kanımca. Fakat, bu kabul, sadece bu arayışın ‘absürt’lüğünü ikrar etme, adeta ‘dalga geçme’ amacıyladır. Camus’nun absürdizmi, aynı zamanda Gray’in sözünün en temel taşlarından birisini oluşturan “ölüm” kavramı ile göz ardı edilemez bir ilişki içerisindedir. Gray, ölüm kavramını insanın varoluşunu anlamlandırma serüveninde kendisi ile sınırlı kalmaması yönünde bir katalizör olarak görürken, Camus, ölümü başka bir absürt olarak tanımlamaktadır. Camus için ölüm, en temel ve açık ‘absürt’tür. Çünkü, ölüm kavramı hiçbir insanın rasyonel akıl ve muhakeme ile kavrayabileceği bir kavram değildir. Yazımı bitirmeden önce, tüm görüşlerimi yazıma başlarken bilimsel bir temel olarak aldığım psikanalize tekrar başvurarak bitirmek isterim. 

Devrinin ve alanının en meşhur psikanalistlerinden Lacan, hem pskiyatri alanında sıkça üzerinde tartışılan hem de Zizek gibi günümüz filozofları tarafından üzerine eklenip geliştirilen “objet petit a” kavramını türetmiştir. “Objet petit a” kavramı, anlaması zor olduğu kadar anlatması da bir o kadar zor bir kavramdır. Dilimize tam doğru olmamak ile birlikte ‘arzularımızın ulaşılamayan nesnesi’ olarak çevrilebilecek kavram, Gray’in ‘insanın kendini aşkın bir anlam arayışı’ konusunu anlamada kanımca çok önemli bir başka noktaya değinmektedir. “Objet petit a” kavramını, somut bir örnek ile bir nebze bile olsa açıklamak isterim: Lacan’a göre insan, aç olduğu durumda yemeği arzuladığını düşünür ve hisseder. Ancak insan, yemeği değil, yemek yediğinde açlığını gidereceğine inandığı ‘tokluk hissi’ni arzular. İnsanın fark etmeden erişmeyi arzuladığı bu tokluk hissi ise, asla erişilebilen bir durum, hissiyat değildir. Çünkü insanın arzuladığı ve açlığını gidereceğine inandığı tokluk hissi, asla deneyimlemesi mümkün olmayan bir histir. Bunun yansıması olarak insan, aç olduğunda bu hissiyata olan düşünceyi arzuladığını değil, yemeğin kendisini arzuladığını düşünür. Lacan’ın bu kavramından hareketle, Gray’in sözünde bahsedilen kedi, “objet petit a”ya erişmek gibi bir arzusu olmayan, zira ya açlık duygusu hissetmeyen ya da arzularının gerçek sebebinin tokluğunu giderecek hissiyatın arzusu olduğunu bilen ve bununla barışmış, insanın erişemeyeceği veya anne karnında kaybettiğini iddia ettiği bir varlık formunu temsil ediyor kanımca. Yine bu doğrultuda, insan, aslında faniliğinin getirdiği korku ile kendini aşkın bir varoluşu, bir anlamı aradığını düşünür fakat aslında aradığı şey, bu aşkın anlama eriştiğinde hissedeceğini düşündüğü ama erişmesinin asla mümkün olmadığı rahatlık ve tatmin duygusudur. Lacan’ın oldukça karışık ve sofistike bu kavramı, her ne kadar psikanalitik bir araç olarak türese de, felsefi düzlemde de çok işlevsel olabilme özelliğine sahiptir.

Günün sonunda, insanın varoluş-öz-anlam olguları etrafında dönen “çok nedenli denklem”lerini biraz bile olsun anlamlandırmayı amaçladığım bu yazıyı, bilinmezliğin sonsuz bir çaba sonucu bilinmeye çalışılmasının verdiği korkutucu ama bir o kadar da rahatlatıcı bir kabullenmişlik ile bitirmek istiyorum. Matematikte ileri sınıflarda öğretilen ve soyut kavramsal temellere dayanan “limit” kavramı, kanımca, insanın kendini aşkın anlam arayışını tasvir etmek için çok güzel bir metafor görevi görmektedir. Limit, bir bilinmeyenin, bir bilinen değere ‘gitmesi’ sonucunda o bilinmeyenin ‘yaklaştığı’ varsayılan matematiksel bir kavramı ifade eder. Bu kavram, soyut temellere dayanıyor olmak ile birlikte somut işlemler ve çözümlerin temelini oluşturur. Bu doğrultuda, bilinmeyen ‘çok nedenli denklem’lerimizi bilinen anlam çözümlemelerine ve felsefi kuramlara yaklaştırdıkça, bilinen başka ‘değerlere’ bir o kadar daha yaklaşırız. Her ne kadar bu yaklaşma hali tamamen soyut ve kavramsal olsa bile, günlük hayatta somut bir anlam ve varoluşun temelini oluşturur. O nedenle, belki de insanların amaç olarak edindiği aşkın anlam arayışı, bizleri sadece var oluyor olmasından tatmin olan, ‘çok nedenli bir denklem’ olma halinden mutlu ve bu denklemin varlığını kabullenebilen ‘kediler’ olmamız için vardır sadece.

Avatar

Ali Berat Boşça

Ben Ali Berat Boşça; ekonomi, felsefe, çevre bilimi ve tasarım alanları ile ilgilenen bir üniversite öğrencisiyim.