Kurguculuk ve Statüko: “Irk” ve “Cinsiyet” Kavramlarının Epistemolojik Bir Analizi

10-06-2023
12 dk okuma süresi

“Cinsiyetçilik kendini ifade etmek için ırkçılığa, ırkçılık da cinsiyetçiliğe başvurur. Irklılaştırma ve toplumsal cinsiyetlendirme, paralel ya da analojik süreçler değildir, iç içe işler.”

Emmanuel Levinas, Zaman ve Başka, Fol Kitap


Varoluş, aidiyet, bu aidiyet duygusuna olan ihtiyaçtan kaynaklanan gruplaşma ve ötekileştirme; kökenleri çok karışık, karanlık tarihler barındıran olgu ve kavramlardır. İnsan ne yazık ki diğer hayvanlardan ayrışma yoluna gittiğini iddia ettiği “bilinç” sahibi olma durumunu, göreceli olarak incelendiğinde, çoğunlukla kendi yararına kullanmayı seçmiş olsa da, kendi türünü birtakım gruplara, ‘sekt’lere ayırarak bu ayrışmayı kendi yararına ve/veya tatminine de kullanmaya çalışmıştır. Bunu bazen, ‘ırk’ olarak adlandırdığı ve genetik ölçeğinde bakıldığı zaman aslında sadece %0.1’lik bir DNA varyasyonunun etki ettiği (Duello) uydurulmuş sosyal bir kavram üzerinden, yeri geldiğinde ise günümüzde yine sosyal, uydurma bir konsept olduğuna inandığımız toplumsal cinsiyet üzerinden yapmıştır. Bu yazımda, Yuval Noah Harari’nin insanların ‘kurgular yaratma’ konuşmasından, Carl Schmitt’in “siyasal kavram”ından, Judith Butler’ın cinsiyetin “performatiflik” teorisinden, son olarak da Liberalizmin güç sistemleri inşası üzerinden Sosyalist bir eleştirisine ve Martin Luther King Jr.’ın hukuk felsefesindeki görüşlerine yer vererek; ırk, ırkçılık, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsiyetçilik ve ötekileştirme kavramları arasındaki yadsınamaz varoluşsal göbek bağından bahsedeceğim.

Felsefi analiz ve alıntılarıma geçmeden önce, Harari’nin yapmış olduğu, kaynaklarımda bulabileceğiniz TED konuşmasında üzerinde durduğu, insanın ‘kurgular yaratma’ özelliği ile bu yazının temel iki “kurgusu” olduğuna inandığım “ırk” ve “cinsiyet” üzerine biraz daha konuşmak istiyorum. Harari, konuşmasında, şu iki temel soruyu sorar: insan, ilk ortaya çıktığında ataları olan şempanzelere (ve kendinden fiziksel olarak güçlü olan diğer hayvanlara) kıyasla fiziksel olarak daha güçsüz olmasına ve işbirliği konusunda çok da farklı özelliklere sahip olmamasına rağmen, nasıl günün sonunda dünyanın hakimi oldu? Harari, bu soruya iki aşamada cevap verir: İnsanın, şempanzeler özelinde, çok da farklı işbirliği yetenekleri olmamasına rağmen, bunu ölçeklendirip karmaşık sistemler haline getirebilmesi, insanı dünyanın hakimi kılmasını sağlamıştır. Mesela, bir grup şempanze her ne kadar kendi aralarında işbirliği yapabiliyor olsalar bile, birbirini tanımayan şempanzelerin bir araya gelerek, sayıca çok fazla bir şekilde karmaşık sosyal etkileşimler gerçekleştirmesi mümkün değildir. Fakat aksine, insanlar bunu o kadar iyi yapabilirler ki, hiç tanımadığımız insanlarla kurdukları sosyal sistemler sayesinde mükemmel işleyen yapay işbirliği ağları kurabilirler (havayolu şirketleri, çok uluslu özel şirketler, ulus devlet sistemleri, vb.). Bunun en iyi örneği olarak Harari, parayı gösterir. Para, insanların ona inanması ve değerli olduğunu kabul etmesi sayesinde bir değere sahiptir. Bir insan tanımadığı bir kasiyere özünde değersiz bir kağıt parçası olan parayı uzattığında, karşılığında maddi bir değeri olan bir yiyecek alabilir mesela. İşte para özelinde, Harari’nin temel argümanı ve cevabının ikinci aşaması ortaya çıkar: kurgular yaratabilme. İnsanlar dünyaya hakim olmuştur çünkü kendilerini birbirlerine bağlayan, paranın değeri olduğunun kabul edilebilmesi gibi, birçok kurgu sistemi kurgulamışlardır. Harari’ye göre insanlar dışındaki canlılar, gerçekliği objektif olarak yaşarlar ve gözleri önündeki şeyler onlar için tek gerçektir. Fakat insanlar, yarattıkları kurgular sayesinde ikincil, kurgusal bir gerçeklik yaratarak onları objektif gerçeklikleri haline getirebilirler. Bunu yaparak hem doğayı şekillendirebilir hem de doğaya hükmedebilirler. İşte tam bu noktada, ırk ve cinsiyet kavramlarını, insanın ‘kurgular yaratma’ya olan yatkınlığına bağlamak istiyorum. Kurgusal sistemler ve kavramlar her ne kadar insanın gelişme ve doğayı değiştirmesinde çok önemli bir yere sahip olsalar da, insan bu özelliğini birbirine daha da yakınlaşmak amacıyla belki de bir “öteki” yaratmaya çalışarak kullanır. Bunu da bu yazı çerçevesinde kurgulandıklarını savunduğum “ırk” ve “cinsiyet” üzerinden yaparlar. Bunu neden yaptıklarını Schmitt’in felsefedeki görüşlerini anlatarak detaylandıracağım, fakat öncelikle yazının öncülüne geri dönmek istiyorum. Irkçılık ve cinsiyetçilik birbirlerini kullanırlar ve iç içe işlerler çünkü ikisi de insanların kurgusal sistem/olgu kurma kabiliyeti, bazen de lanetinin bir sonucudur. O nedenle birbirlerini kullanmakla kalmazlar ve aslında birbirleridirler, zira onları var eden kaynak aynı kurgu kurgulama sistemidir.

Carl Schmitt’in “siyasal kavramı”; özellikle söz konusu ırkçılık olduğunda anlaması ve anlatması, yaşadığı ve öncülüğünü yaptığı 2. Dünya Savaşı Nazi Almanyası dramının tekrar yaşanmaması için kanımca çok önemlidir. Her ne kadar Schmitt’in görüşleri milyonlarca masum insanın soykırımını felsefi temellere oturtarak meşrulaştırmak için kullanılsa da, aslında onları anlamak, onlarla mücadele etmek için çok önemli bir adımdır. Schmitt, siyaset üzerine kaleme aldığı “Siyasal Kavramı” kitabında “siyasal”ı gündelik siyasetten farklı bir boyuta çekerek anlatır. Schmitt için “siyasal” olan, gruplaşma ve ötekileştirmenin pratik haline gelerek gündelik siyaset ve toplumda gerçekleştirilmesidir. Schmitt’e göre, gündelik siyasi faaliyetler, liberal demokratik hukuk temelleri üzerinden idealist bir şekilde yapılmamalıdır. Bunun en önemli sebebi, liberal demokratik sistemlerin ona göre ‘sıkıcı’ olmasıdır. Schmitt, liberal demokrasinin değer verdiği ve en önemli kazanımı olarak gördüğü medeni tartışma kültürünün; insanları, daha önemli ve çarpıcı sorunları ile ilgilenmekten alıkoyduğunu düşünür. O nedenle siyasal olanın; daha doğrudan, katı ve aksiyoner olması gerektiğini savunur. Fakat problem, bu aksiyoner tavrı nasıl oluşturmayı seçtiğinde başlar. Schmitt’in en temel anlatısı, ‘biz ve onlar’ olarak özetleyebileceğim kurumsallaşmış ötekileştirmedir. Schmitt, siyasal olanın bir ‘biz’ yaratarak başladığını, sonrasında ise toplumsal, siyasal, kültürel, kısaca her tür güç mücadelesi içine girdikleri bir ‘onlar’, bir ‘öteki’den ibaret olduğunu savunur. Schmitt için liberal demokratik idealler boş; anlamlı ve değerli olan kurumsallaşmış ötekileştirme üzerinden kurgulanmış sonsuz bir güç savaşıdır. İşte tam bu noktada, Schmitt’in öncüsü olduğu Alman Nazizminin belki de en kötü fakat o kadar da konuşulmayan propagandist politikası ortaya çıkar: insansızlaştırma. Nazi Almanya zulmü ve katliamları söz konusu olduğunda, genelde çoğu insanın aklına devrin insanlarının nasıl türdaşlarına yapılan bu zulme sessiz kalabildikleri ve bunu yadırgamadıkları gelir. Her ne kadar muhakkak bunu yadırgayan ve buna karşı faal olan insanlar olsa bile, bu soru genel ölçekte haklı bir sorudur. Bu sorunun cevabı ise, Schmitt’in siyasal olanında gizlidir. Nazizm, propaganda araçları ile ‘öteki’, ‘onlar’ olarak ilan ettiği Yahudiler başta olmak üzere birçok azınlığı, toplum nezdinde insansızlaştırma politikası yürütür. Çünkü kendileri de planladıkları soykırımların ne kadar acımasız ve kabul edilemez olduğunun içten içe farkındadırlar, o nedenle adeta “evinize dadanan hamam böceklerini öldürmek ne kadar haklı ve meşru ise, Yahudileri de öldürmek o kadar haklı, meşru ve gereklidir” gibi bir retorik kullanımı ile yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışırlar. Çünkü kendileri de insanın başka bir insana yaptıklarını yapmayacağını, yapmaması gerektiğini bilirler. O nedenle, sadece insanlık ayıbı olarak tanımlanabilecek bir siyasi propaganda yöntemi ile ‘öteki’leri insansızlaştırarak, kıyımlarını bir hamam böceğini öldürmekten farksız kılmaya çalışırlar. Sonuç olarak, Schmitt’in felsefi temellere oturtmaya çalıştığı güç ilişkileri ve siyaset analizi, aslında kendisinden çok daha büyük bir dramın meşrulaştırılmasına neden olur. Schmitt’in yarattığı yanlış, affedilemez kurgu, ırkçılık başta olmak üzere cinsiyetçiliğin de “biz ve onlar” düzlemine alınması ile büyük bir insanlık dramına neden olur. 

İlk paragrafımda, “ırk” kavramının biyolojik herhangi bir temele dayanmadığını, bilimsel kaynağım ile açıklamıştım. Şimdi ise yazımın bu kısmını, özellikle günümüzde çokça konuşulan “toplumsal cinsiyet” kavramına ayırmak istiyorum. Özellikle 20. yüzyılın ortalarına kadar tüm dünyada (ve hala da dünyanın birçok yerinde) hakim olan anlayış, sadece iki temel cinsiyet olduğu (kadın, erkek), bazen bu iki temel cinsiyete de ‘uymayan’ intersex bireylerin olduğu ve cinsiyetin doğuştan bireylerin biyolojik birtakım göstergeleri ile (genital uzuvlar, kromozom yapısı, vb.) anlaşılabileceği ve atanabileceği idi. Fakat, hem bu tanımda yapılan birtakım açık çelişkiler hem de Feminizm ve Marksizm gibi birçok felsefi kuramın kesişimselleşerek günümüzde “queer theory” dediğimiz ve LGBTİ+ bireyleri temel alan, cinsiyet ve cinsel yönelim gibi toplumsal temellere dayandığını savundukları konuları inceleyen araştırma alanlarının ortaya çıkması, bu görüşe karşı çıkılmasına ve dünyanın bazı yerlerinde bu durumun (mesela ABD’de) bir ‘kültür savaşı’ haline gelmesine neden oldu. Judith Butler, “queer theory” olarak adlandırdığı cinsiyet ve toplum kuramları çerçevesinde, toplumda binyıllar boyunca kabul edilen cinsiyet kimliklerinin aslında sadece 2 ile sınırlandırılamayacağını, zira cinsiyetin doğumda (az önce bahsettiğim biyolojik göstergelere dayanan) atanmış cinsiyetten farklı olduğunu, uydurulmuş toplumsal bir kavram olduğunu ve bunun sonucunda sadece bir “performans”tan ibaret olduğunu savunur. Butler, müesses nizama mâl olmuş cinsiyet anlayışının (cinsiyetin bireylerin tipik cinsiyet faaliyetlerini belirlemesi, vb.) ters olduğunu ve cinsiyetten dolayı belli özelliklerin insanlarda zuhur ettiğini (erkeklerin maskülen olması, vb.) değil, bu performatif durum ve koşulların aslında kafamızdaki cinsiyet anlayışını oluşturduğunu savunur. Yani, kaba bir özet ile Butler’ın cinsiyet kuramı, Harari’nin insanın kurgusala olan yatkınlığının bir tezahürüdür diyebiliriz. Peki, madem hem müesses nizama mâl olmuş cinsiyet anlayışının kendi içindeki çelişkileri (iki cinsiyet olduğunun söylenmesi ama intersex bireylerin genelde bu tanımlamada göz ardı edilmesi ve üzerinde durulmaması, vb.) ve Butler’ın idealist temellere oturttuğu cinsiyet anlayışı bu kadar rasyonel olarak açıklanabiliyor ise, neden bu az önce bahsettiğim ‘kültür savaşları’ ortaya çıkıyor? Bu soruya, önce Butler’a son bir atıfta bulunarak, sonrasında ise Liberalizmin Sosyalist eleştirisi ile cevap vermeye çalışacağım. Butler, son zamanlarda verdiği röportajlarda bu soruya doğrudan cevap vermiş olsa bile ben felsefeden çok sapmadan, “queer theory” sınırları içerisinde bu soruyu cevaplandırmaya çalışacağım. Butler, klasik cinsiyet anlayışının neden öyle anlaşıldığını ve yaşandığını anlatmak için “normatif heteroseksüel” bir baskıdan söz eder. Bu baskı, doğası gereği her insanın sahip olduğu anne ve babasından öğrendiği birtakım normatif ve heteroseksüel cinsiyet rolleri ve kimliklerinin bir yansımasıdır. Kanımca, insanın statükocu ve değişime karşı olmaya yatkın olan yapısı, günümüzde ortaya çıkan ‘kültür savaşları’nın temel sebebidir. Yüz hatta belki de bin yıllardır süregelen düalist insan sınıflandırılmasının sağladığı ‘rahatlıktan’ vazgeçmek istemeyen insan, bu rasyonel temellendirmelere dayalı toplumsal cinsiyet anlayışını hazmetmemeyi seçebiliyor bazen. İnsanın ötekileştirmeye neden meyilli olduğunu, Schmitt’in ırk, güç ve siyasal olanın ilişkileri üzerinden anlatmıştım. Yazıma, insanın gruplaşma ve ötekileştirmeye olan meyline, sınıfsal bir perspektif katarak devam etmek istiyorum.

Liberalizm ve Sosyalizmin temel ihtilaf noktasını “eşitlik” ve “özgürlük” kavramlarına atfedilen değer üzerinden çizmek mümkündür kanımca. Bu doğrultuda, Liberal anlatı, çeşitli çatışmalar ve/veya pazarlıklar sonucunda alınan/verilen hakların ve özgürlüklerin (insan hakları, mülkiyet hakkı, vb.) öneminden bahseder ve savunurken; Sosyalizm, Liberalizmin bu kazanımlarına biraz şüphe ile yaklaşır. Tarihsel tüm süreçleri sınıf çatışmaları üzerinden okumayı amaç edinen Marksist tarih yorumu, kanımca bunu en çok günümüz ileri kapitalist ekonomilerini tanımlamak ve eleştirmek konusunda kullanır. Özellikle, kuruluşundan beri Liberal hak ve özgürlükleri mihenk taşı olarak gören ABD söz konusu olduğunda, Sosyalist ekol, ABD’yi ve ABD kurucu/yönetici elitini iki yüzlülük ve yalancılık ile suçlar. Günümüz ABD’sine getirilen bu eleştirileri anlamak için, öncelikle temel bir örnek üzerinden gitmek faydalı olacaktır kanımca. Liberalizm, bireylerin eriştikleri sonuç konusunda eşitliğe o kadar değer atfetmese de, bireylerin hukuk ve devlet önünde eşit görülüp eşit muamele edilmesine çok önem verir. Bu nedenle, Locke ve Rousseau gibi toplum sözleşmecileri, bireylerin bir araya gelerek önemli birçok haklarının müdafaası için bazı haklarından kolektif bir feragatı savunurlar. Bu şekilde, örnek olarak, bir Liberalin ideal devletinde güçlü ve zengin bir iş adamının fakir ve güçsüz bir adama karşı işlediği suç, hukuk tarafından tarafsız ve eşit bir şekilde, objektif bir mekanizma ile ele alınır. Liberalizm, bu durumu en önemli kazanımlarından biri olarak gösterir fakat Sosyalist paradigma, aynı fikirde değildir. Sosyalistler, bu örnek özelinde, tabii ki ideal bir toplumda hukukun tarafsız bir şekilde her zaman haklıdan yana olmasını ve günün sonunda suçu işleyen kişinin, güçlü ve zengin olsa bile cezasını çekmesini temenni eder. Fakat onlara göre, bireylerin zenginliklerinin çeşitli varsayımsal idealler uğruna göz ardı edilmesi, çok yanlıştır ve büyük bir iki yüzlülüktür. Mesela en basit şekilde, Sosyalistlere göre güçlü ve zengin adam, daha iyi avukatlar tutup daha iyi bir savunma hazırlayabilecekken fakir adamın aynı maddi güce sahip olmaması, Liberallerin kurguladıkları sistemin sadece bir hüsnükuruntudan ibaret olduğunu düşünmelerine neden olmuştur. Sosyalist paradigma, Liberallerin hukuk önünde eşitlik gibi temel değerlerin önemini tabii ki inkar etmez, ancak bu ve diğer tüm toplumsal konular özelinde, materyal zenginliğin çok önemli hatta belki de en önemli faktör olarak göz önünde bulundurulması gerektiğini savunur. ABD, cinsiyet, ırk, ve statüko konuma dönecek olursam; Sosyalist eleştiriden şu argümanları eklemek isterim: Verdiğim dava örneğinde, Liberaller kulağa hoş gelen saikler ile yola çıkarak değerli ve özel bir sistem tasarladıklarını iddia ederler. Fakat materyal eşitsizliklerin merkeze alınıp çözümlerin sunulmadığı her sistem, sadece bu eşitsizliklerin büyümesine ve toplumu kötüleştirmeye devam edecektir onlara göre. Bu nedenle de, özgürlük ve adalet gibi evrensel idealler üzerinden yola çıkan ABD gibi ülkeler ve sistemler, Hayvan Çiftliği’nden çıkma, “bazı hayvanlar diğerlerinden daha eşittir”vari sonuçlara yol açar. ABD’nin ilk kurulduğunda köleliğin ülkede çok önemli bir yeri olması, sadece mülk sahibi olan beyaz Anglo-Saksonların oy hakkı olması, kadınların 1920’de, Siyahi ve diğer azınlıkların ise bundan neredeyse 40 yıl sonra bu haklara erişmesi (ki buna ne kadar erişebildikleri günümüzde de bir tartışma konusudur), özgürlük ve adalet gibi değerler ile yola çıkan sistemlerin statükocu bir zehrin etkisinde kalmasının en önemli yansımasıdır kanımca. Halihazırda var olan “ırk” ve “cinsiyet” kavramlarını, bu değerli özgürlük ideallerine erişmek doğrultusunda yenilemek veya değiştirmek yerine, tabir-i caiz ise, kendilerine çizilen hareket alanlarında (ABD ve daha nice örnek özelinde) bu hak mücadelelerini vermeyi seçiyor bazen insanoğlu. Bu doğrultuda, “ırkçılık” ve “cinsiyetçilik” birbirlerine çok daha yakından ilişkilidir, çünkü ikisi de statükonun devamını simgeler. İkisi de idealist hamleler yapmak isteyen insanın, günün sonunda zaaflarına yenik düşerek acziyetlerini aşamamasının bir sonucud. İkisi de, entelektüel gelişim akan bir şelalenin altından geçen bir filozofun, kovalar dolusu suyu evine götürmek yerine, bir daha geri dönememek pahasına küçük matarasını doldurmakla yetinmesine benzer.

Peki ya söz konusu kurumsallaşmış ırkçılık ve cinsiyetçilik olduğunda, değişim nasıl gelmeli? Martin Luther King Jr. (MLK), 1960’larda ABD’de çok önemli bir parçası ve lideri olduğu Sivil Haklar Hareketi kapsamında, Birmingham’daki nezarethanesinden kaleme aldığı mektup ile bu soruya çok güzel bir cevap verir. Hak mücadeleleri ve gayrimeşru devlet yönetim/faaliyetlerine karşı yürütülen faaliyetlerin meşruiyetini koruyabilmek söz konusu olduğunda, Thoreau gibi sivil itaatsizlik savunucuları veya Ghandi gibi barışçıl direnişçiler, kendilerini farklı konumlarlar. MLK ise, direnişinin felsefesini açıklayarak, nadir görülen bir entelektüel direniş örneği sergiler. Özellikle ABD’de süregelen hukuk geleneği, hukukun sosyal bir fenomen olarak görülmesi üzerinedir. Yasalar, insanlar onları var ettiği sürece vardır ve işlevseldir. Bu paradigma; yasaların varlığını, insanın sosyal ilişkiler yapılarına ve kısmen Harari’nin insan kurguculuğuna bağlar. Bu hukuk felsefesi anlayışında, yasaların varlığı konusunda ahlaki bir ön şart, beyanatta bulunulmaz. MLK ise bu anlayışa karşı gelir. Ona göre, yasaların sosyal olmasına ek olarak, ahlaki olmak gibi de bir gereklilikleri vardır. O nedenle, Aziz Augustine’e atıfta bulunarak, “Adil olmayan bir yasa, yasa değildir.” der. Bu tutum, entelektüel bir direniş örneğidir çünkü yasalarla ilgili kabul gören anlayış ile harekete ederek yasaların ahlaki gerekliliklerine takılmadan sadece onları değiştirmeye odaklanmak yerine, bu paradigma, insanları aslında MLK’in ‘çiğnediği’ yasaları çiğnemediğini, çünkü ahlaki gereklilikleri yerine getirmedikleri için zaten yasa olmadıklarına ikna etmeyi seçer. Bu sayede MLK, insanların kurguculuk özelliğiyle var ettiği ırk ve cinsiyet gibi kurguların olası ve gerçek istismarına, yine hukuk gibi benzer bir kurguyu kullanarak entelektüel bir cevap verir. 

Söz konusu insan olduğunda, kurguya meyil, zaaflar, acziyetler ve statükoculuk gibi olguları göz önünde bulundurmak gerektiğini artık sanırım tekrar etmeme gerek yok. Ancak bu demek değildir ki bunların farkında olarak, olası yozlaşma anlarında içinde bulunduğumuz toplum sistemlerinin tercih edilmeyen şekillerde sonuçlanmasını önleyebiliriz. Her konuda olduğu gibi, insanın hayatını kocaman bir çözüm üretme serüveni olarak görmek mümkündür kanımca. Sorunu çözmeye çalışmak kadar, sorunun doğru tespiti de önemlidir. Çünkü tam anlamıyla anlamlandıramadığımız sorunlara çözüm bulmaya çalışmak, yenik düşmemeye çalıştığımız statükoculuğun bir tezahürü olma riskine gebedir. Günün sonunda, insanlığın aslında çözmeye çalıştığı sorunların bir çoğunun kaynağının yine insan olduğunun farkında olmak, belki de çok önemli bir başlangıçtır. Zira, kolektif bir birleşim orkestrası ile kompleks kurgular yaratmak, beraberinde bu kurguların gerçekleştiğindeki sorumlulukları da getirir. Sartre’den ilham ile, ‘insan, kurgularının gerçekleşmesine mahkumdur’ çünkü. 


Kaynakça

Duello, Theresa M et al. “Race and genetics versus ‘race’ in genetics: A systematic review of the use of African ancestry in genetic studies.” Evolution, medicine, and public health vol. 9,1 232-245. 15 Jun. 2021, doi:10.1093/emph/eoab018

“Why Humans Run the World | Yuval Noah Harari.” YouTube, 24 July 2015, www.youtube.com/watch?v=nzj7Wg4DAbs.

Avatar

Ali Berat Boşça

Ben Ali Berat Boşça; ekonomi, felsefe, çevre bilimi ve tasarım alanları ile ilgilenen bir üniversite öğrencisiyim.