Modern Toplumun “Fayda Maksimizasyonu Makinesi”ne Dönüşmesinin İktisadi ve Etik İncelemesi

13-01-2023
8 dk okuma süresi

“Uygarlığımız bir ‘fayda maksimizasyonu makinesi’ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız.”

Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.

Fayda maksimizasyonu, kapsamı gereği, konuları ekonomi, siyaset ve ahlak felsefesi başta olmak üzere insanlığın modern konjonktürde karşı karşıya kaldığı birçok sorunu ve soruyu beraberinde getirmektedir. Bu yazımda, ekonomi biliminin kapsamı ve ahlak felsefesi ile olan yadsınamaz ilişkisi üzerinde durarak, Çetin Balanuye’nin bahsettiği ve insanın naçiz varoluşunun ötesine geçtiğini öne sürdüğü problemi, fayda maksimizasyonunun birey, toplum, doğa ve dünyaya olan etkileri başlıkları altında ele alacağım.

Ekonomi biliminin babası kabul edilen ve aynı zamanda ahlak felsefesi alanında önemli eserler kaleme almış Adam Smith’in 18.Yy.’da adeta ‘ekonominin İncili’ sayılan “Ulusların Zenginliği” kitabı, Çetin Balanuye’nin günümüz uygarlığının bir sorunu olarak gördüğü fayda maksimizasyonu konusunun başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Günümüz ortodoks ve heterodoks ekonomistlerin çoğu tarafından reddedilen veya en azından reformist bir bakış ile ele alınan “görünmez el” teorisi, Adam Smith’in ahlak felsefesi temelinde öne sürdüğü ve Balanuye’nin “fayda maksimizasyonu makinesi”nin ilk tohumlarının ekildiği görüş olarak ele alınabilir kanımca. Smith’in görünmez el teorisi, temelinde, bireylerin kendi faydaları ve çıkarlarını gözeterek giriştikleri ekonomik faaliyetlerin günün sonunda toplumda gözle görülebilir ve hissedilebilir, toplam bir refah ve ‘fayda’ artışına neden olacağı yönündedir. Adam Smith’in bu görüşü, kendisinden sonra gelecek olan düşünürler tarafından değiştirilecek, geliştirilecek hatta zaman zaman reddedilecek ama günün sonunda Balanuye’nin kritiğini yaptığı sistemin temeli olacaktır. 

Fayda maksimizasyonunun etkilerini ele almadan önce, Smith sonrası düşünürlerin felsefeye ve ekonomi bilimine kazandırdıkları birkaç düşünce üzerine durmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Smith’ten sonra gelen ve ekonomik düşünce alanında ‘klasik okul’un bir parçası olarak kabul edilen bir diğer kişi ise David Ricardo’dur. Ricardo’nun ekonomi alanında yaptığı en büyük katkı, “Karşılaştırmalı Üstünlük Teorisi”dir. Bu teoriye göre A ve B ülkelerinde eğer A ülkesi X ürününü B ülkesinden daha ucuza üretebiliyorsa Y ürününü hiç üretmemeli, aynı şekilde de B ülkesi Y ürününü A ülkesinden daha ucuza üretebiliyorsa X ürününü hiç üretmemeli ve sadece Y ürünün üretimine odaklanmalı, bu 2 ülke de üretmedikleri diğer ürünü birbirleriyle serbestçe ticaret yaparak temin etmelidir. Bu teori yine fayda maksimizasyonu sistemi temelinde ortaya atılmış ve etkilerini hala gördüğümüz, modern neoliberal dünya sistemimizin temel taşlarından birisi olmuştur. 

Fayda maksimizasyonu ve ekonomi ilişkisi konusunda ele almak istediğim ve öne sürdükleri ile Smith ve Ricardo’nun temellerini attığı kapitalist sisteminin en önemli eleştirmenlerinden birisi Karl Marx’tır. Marx’ın kapitalizm ve kapitalizmin adeta temel paraziti olarak kabul ettiği burjuva, Balanuye’nin fayda maksimizasyonuna getirdiği eleştirinin temel semptomlarını gösteren en temel erk olarak kabul edilebilir. Marx’ın burjuvazi ve kapitalist sisteme getirdiği en önemli (eleştirilerinden biri olarak kabul edilebilecek) ve bu yazı kapsamında ele almak istediğim eleştirisi emek sömürüsü eleştirisidir. Marx’a göre, kapitalist sistemde az önce ele aldığım “görünmez el” ve “karşılaştırmalı üstünlük teorisi” gibi salt olarak birey veya toplumların kapital bakımından faydalarının güdüldüğü durumlarda burjuva, ellerinde bulunan kapitalin kendilerine sağladığı güç ve şiddet unsurları ile işçi sınıfını ezmekte ve onların emeklerini sömürmektedir. Marx’a göre bu sistemin en büyük sonuçları arasında işçinin yaptığı işinden yabancılaşması gibi konular olmak ile birlikte kendisi aynı zamanda fayda maksimizasyonunun yolsuzlaştırdığı ve yozlaştırdığı bir toplum resmi çizmektedir. 

Adam Smith’in öne sürdüğü, ben merkezci ve burjuvanın kapitalini devamlı olarak artırması ile döneceğini iddia ettiği sistemin gerçekte (çoğunlukla) öyle olmadığını hem Marx’ın eleştirileri hem de günümüz konjonktürü göz önünde bulundurulduğunda kolayca söyleyebiliriz. Smith’in görüşlerinin en önemli zayıflıklarından bir tanesi, bireyin bencil olarak hareket etmesini meşrulaştırdığı ve hatta teşvik ettiği bir toplumda çok dolaylı olarak toplumun genel refahının artacağını öne sürmesidir. Bu refah artışının dolaylı olması ve de refah artışının garantilenmesi için herhangi bir denetim ve/veya garanti mekanizmasının olmaması ve Smith’in argümantasyonunun belli bir noktadan sonra tabir-i caizse hüsnükuruntudan öteye geçememesi, Smith’in ekonomik tezlerinin çok önemli olmak ile birlikte en büyük zafiyetlerini de oluşturduğunu söyleyebiliriz. Benzer tezlerin özellikle 1980-90’lı yıllarda ABD’de Ronald Reagan ve İngiltere’de Margaret Thatcher gibi siyasetçilerin Keynes dalgası sonrası dünya ekonomik sisteminin oluşturulmasında öne sürdükleri neoliberal ekol ile görmemiz mümkün. Özellikle Ronald Reagan’ın ABD’de sıkça savunduğu “Trickle Down Economics”in (Aşağı Sızdırma Ekonomisi) temellerinin Adam Smith’in “görünmez el”ine dayandığını görmek mümkün. Reagan’ın bu yeni ekonomik teorisi kapsamında şirket ve gelir vergilerini düşürerek ekonomideki büyük oyunculara imtiyazlar sağlaması, bu şirket ve oyuncuların kendi çıkarlarını önceleyerek hareket etmeleri sonucunda toplumun genel refahını artıracağı ve üretimleri ile zenginliklerinin (ürünler, sunulan hizmetler, iş olanakları vb. ile) toplumun en alt tabakasına kadar “sızacağı” savının günümüz ABD’sindeki gelir eşitsizliği ve yoksulluk göz önünde bulundurulduğunda ne kadar etkili olduğu sorusunu bir kez daha düşünmemize neden oluyor. 

Ricardo’nun teorisinin en önemli doğal sonuçlarından bir tanesini ele almanın, fayda maksimizasyonunun aslında nasıl bir şekilde tahmin edilemeyen, dolaylı zararlara yol açabileceğinin anlaşılması konusunda önemli olduğunu düşünüyorum. Özellikle coğrafi keşiflerden sonra sömürgeleşen toplumların, 2. Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlıklarına kavuşmaları sonucunda gözlemlediğimiz en büyük ekonomik fenomen, fakirlik ve gelişmemişlik zinciridir. Bunun en büyük etmenlerinden bir tanesi, Ricardo ve Smith gibi klasik (ve ortodoks kabul edilebilecek neoklasik, neoliberal vb.) ekonomistlerin savunduğu sistemlerin sonucunda gördüğümüz “katma değer” durumudur. Ricardo’nun önerdiği sisteme göre her ülke en ucuza üretebileceği ürünleri üretmesi gerektiği için bazı ülkeler ham maddelerini diğer ülkelere ihraç ederek karşılığında onları işlenmiş olarak, daha pahalıya, katma değer sonucunda almalıdır. Mesela Ricardo’nun teorisine göre eğer Türkiye’nin en iyi ve en ucuza ihraç edebileceği ürün eğer ham çelik ise sadece ham çelik üretim ve ihracatına odaklanmalı, eğer Almanya’nınki son model arabalar ise son model araba üretimine odaklanmalıdır. Ricardo’nun ticaret sistemi sonucunda Türkiye kendi ülkesinden ihraç ettiği ham çeliği daha pahalıya, işlenmiş olarak araba halinde Almanya’dan geri alacaktır. Bu sistemin en büyük sorunu ise yoksul ülkeleri yoksulluğa mahkum etmesi ve katma değerden faydalanarak gelişmelerini sağlama olanaklarını kısması olduğunu anlayabiliriz.

Modern toplumda fayda maksimizasyonuna dayalı bir düşünce yapısına sahip olunmasının negatif etkileri arasında Balanuye’nin de öne sürdüğü tezlerden bir tanesi, günün sonunda bir şekilde elde edilen zenginliğin topluma eşit bir şekilde sirayet edememiş olmasıdır. Her ne kadar bu görüşün temellendirmesi Marx’ın komünist toplum ideali veya günümüz dünyasının en büyük sorunları arasında olan gelir eşitsizliği olarak görülse de, eşitsizliğin aslında neden fayda maksimizasyonunu savunan sistemin eleştirilmesinde çok da etkili bir argüman olmadığını, Rawls’ın “Cehalet Peçesi” anlatısı ile açıklamak isterim. Rawls, “Bir Adalet Teorisi” adlı eserinde toplumun nasıl adil bir şekilde yönetilebileceği sorusunu ele alırken birkaç temel varsayımda bulunur. Bu varsayımlardan en önemlisi, bireylerin veya toplumların, yönetim sistemleri ve/veya ekonomik sistemler değerlendirirken kendi sahip oldukları kimlik özelliklerinden arınamamaları dolayısıyla tarafsız olamayacakları yönündedir. Rawls, bunu aşmak için “Cehalet Peçesi” adını verdiği bir düşünce deneyi ortaya koyar. Bu deneye göre toplumun yönetileceği sistemi seçmesi gereken kişiden seçeceği sistemin uygulanacağı dünyaya geldiği bir senaryoda herhangi bir insan olarak dünyaya gelebileceğini ve bunu göz önünde bulundurarak nasıl bir sistemin uygulanmasını isteyeceğini seçmesini ister. Rawls’ın bu soruya verdiği cevap, aslında uygulanacak ideal sistemin tamamen mutlak bir eşitliğe (Balanuye’nin sözü kapsamında ise fayda zenginliği eşitliğine) dayanacağı bir sistemin değil, o sistemde var olacak en alt tabakadaki insanın bile en fazla “refaha”, “faydaya” sahip olabileceği sistemin oluşturulmasıdır. Rawls’ın anlatısı göz önünde bulundurulduğunda Balanuye’nin zenginliğin eşit olarak dağılması konusundaki eleştirileri fayda maksimizasyonuna dayalı uygarlıklar için çok güçlü bir argüman olmasa da, öne sürdüğü genel eleştirinin göz ardı edilebilir olduğu anlamına gelmiyor.

Her ne kadar fayda maksimizasyonuna dayalı uygarlıklar konusunda somut eleştirilere sıkça yer verebiliyor olmak ile birlikte, günün sonunda tartışmanın en kilit noktalarından biri olduğunu düşündüğüm, hatta belki de bu konu üzerine sunulabilecek tez-antitez dengesinin antitezler lehine dönmesini sağlayabileceğine inandığım konu, Balanuye’nin eleştirdiği uygarlık yapısının inovasyon ve tarihsel gelişim konusunda çok önemli bir yere sahip olması konusudur. Bunu, özellikle son zamanlarda popüler kültüre de mâl olmuş tarihçi Yuval Noah Harari ile açıklamak isterim. Harari, yazdığı “Sapiens” eserinde insanoğlunun serüvenini teknolojik ve toplumsal inovasyonlar kapsamında ele alması ile aslında kapitalizm ve fayda maksimizasyonuna dayalı uygarlıkların eleştirilmesinin karşısında çok önemli sorular öne sürer. Harari’nin kitabında öne sürdüğü en önemli argümanlardan bir tanesi, günümüz gelir eşitsizliğinin yadsınamaz bir gerçek olması ile birlikte, birkaç yüz yıl önceki atalarımıza kıyasla (günümüz toplumunun en alt tabakasında yaşayan insanlar söz konusu olduğunda bile) birçok refah ölçüm metriğinde kantitatif olarak çok önde olmamızdır. Salgın hastalıklar, kıtlık, ortalama insan ömrü ve eğitim olanakları gibi birçok konuda Harari’nin öne sürdükleri, aslında özünde bakıldığında fayda maksimizasyonuna dayalı uygarlıkların doğal işleyişinin sonuçlarıdır. O nedenle tarihsel süreç ve insanın milyonlarca yıllık varoluşu göz önünde bulundurulduğunda, geniş bir perspektiften yapılan analiz sonucunda Balanuye’nin eleştirdiği uygarlık yapısının pek çok toplumsal alanda net pozitif sonuçlar doğurabileceğini de göz önünde bulundurmak gerekir.

Konu üzerine sunulabilecek sosyal ve toplumsal argümanların ötesinde, dünyamızın beşeri yapısını da ilgilendiren bir analiz yapmak, fayda maksimizasyonunu etkili bir şekilde ele almak için çok önemlidir. Özellikle günümüz dünyasının en önemli sorunlarından bir tanesi olan küresel ısınma ve dolayısıyla gelen iklim değişikliği, uygarlığımızın fayda maksimizasyonuna dayalı olmasının en şiddetli semptomlarından birisidir. Fayda maksimizasyonuna dayalı uygarlığın en önemli zafiyetlerinden bir tanesi, bu faydaya erişebilmek için uygulandığı zaman ve mekanda her türlü kaynak ve yolu kendine meşru görmesidir. Bu kapsamda dünyanın sınırlı kaynaklarının hor kullanması, büyük şirketlerin üretimleri sonucunda saldıkları sera gazları ve kirlettikleri su kaynakları, gelecek nesillerin ve genel bağlamda geleceğin fayda maksimizasyonu konjonktüründe önemli olmamasında kaynaklanmaktadır.

Tüm bunların sonucunda fayda maksimizasyonunun modern toplumumuzu oluşturan çok temel bir yapıtaşı olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Fayda konusunun özellikle ekonomi biliminin analitik incelemeleri kapsamında olması ve Smith, Marx, Ricardo gibi filozofların hem doğrudan ekonomi ve ekonominin ahlaki boyutu kapsamında değerlendirilmesi ile söyledikleri, içinde yaşadığımız “fayda maksimizasyonu makinesi”ni değerlendirmede çok önemli ve gerekli perspektifler sunmaktadır. Her ne kadar Balanuye fayda maksimizasyonu konusunu verilen alıntıda net bir negatif olarak ele alsa da, tarihsel süreç, güncel konjonktür ve değişen dünyamız göz önünde bulundurulduğunda daha iyi bir alternatif sunulana kadar elimizde olan en iyi sistem ve paradigmanın bu olduğu kanaatindeyim. Yazımı, Winston Churchill’e atfedilen bir söz ile bitirmek istiyorum. Kendisine demokrasi ile ilgili görüşleri sorulan Churchill’in demokrasi ile ilgili “Demokrasi gelmiş geçmiş en kötü sistemdir, tüm denediklerimiz hariç.” dediği rivayet edilir. Bu doğrultuda ben de fayda maksimizasyonuna dayanan toplumsal paradigmanın gerçekten de var olan en kötü toplumsal paradigma olduğunu ama tüm diğer paradigmalara kıyasla öyle olmadığını söylemek isterim.

Avatar

Ali Berat Boşça

Ben Ali Berat Boşça; ekonomi, felsefe, çevre bilimi ve tasarım alanları ile ilgilenen bir üniversite öğrencisiyim.